Haldun Taner

Küçük hikâye de her sey gibi zamanla degisiyor. Bir zamanlar küçük hikâye denince basi, ortasi, sonu olan, bir gerilimi ustaca tavinda tutan, sonu da çogu zaman sürprizle biten bir hikâye anlasilirdi. O'Henry, Guy de Maupassant tarzi dedigimiz bu hikâye tekniginin daha sonraki temsilcileri içinde romandan çok bir küçük hikâye ustasi sayilan Somerset Maugham ve Alberto Moravia gösterilebilir. Anlatiya gerilimli bir çati yerine gerilimsiz bir ilgi gerilimi, rasyonel bir ekonomi yerine de ayrintilara bel baglayan bir atmosfer yaratma hevesi sonradan getirildi. Bu türün belki ilki degil, ama en göze batan yapiti Ernest Hemingway'in "Günes de Dogar" adli romani olmustu. Hocasi Gertrude Stein'in disiplini içinde kisa hikâyede yukarda saydigimiz klasik ustalarin teknigine özenen Hemingway daha sonra "Günes de Dogar" adli romaninda büyük bir ihtilal yapmis, romana içinde önemli hiçbir gerilim olmayan, günlük düzayak olaylar disinda hiçbir sey geçmeyen bir ayrintilar yigini içerigini sasilacak bir canlilikla vermis ve kritiklerin bir kismini olumlu, bir kismini ise olumsuz sasirtmisti. Bu tarz hikâye de örneklerini vermekte gecikmedi. Konusuz hikâye, atmosfer hikâyesi, yasam kesiti hikâye dedigimiz hikâyeler aldi yürüdü. Bizim edebiyatimizda klasik hikâyenin temsilcileri Sami Pasazade Sezai, Halit Ziya, Ömer Seyfettin, F. Celalettin, Sabahattin Ali sayilir. Yanlis bir sekilde modern diye adlandirilan –yanlis çünkü ilk tarzda da pek çok hikâye hâlâ yazilmakta ve yazilacak– evet öyle diye adlandirilan, beli yapisiz, bel kemiksiz, ama canli, ama ilginç, basibos tarzin bizdeki ilk temsilcisi de Sabahattin Ali'nin antipodu sayilan Sait Faik bellenmistir. Oysa, Sait Faik'ten çok önce bizde klasik hikâye kaliplarina yüz çeviren ilk hikâyeci Memduh Sevket Esendal'dir. Hem de bilir misiniz, o bu tarza "Günes de Dogar" çikmadan çok önce daha kalemi eline alir almaz baslamistir. Takvimler bin dokuz yüz yirmileri gösterdigi siralarda "Meslek" adli Ittihatçi dergide yayimlanan ilk yazilari ile baslamistir. "Ayasli ile Kiracilari"nin yazari hikâye ve romanlarina kendi adini yazmadi. Takma adlarla, M.S.E. rumuzu ile yetindi.

Bu tevazua karsin, Esendal'in hikâyede, bilerek ya da bilmeyerek yptigi, büyük bir yenilikti. Zamaninin hikâye ve edebiyat anlayisini umursamayan, bir basina buyrukluktu. Buna saygi duymak gerekir. Yillar sonra Sait Faik de geçerli hikâye anlayisinin disina tasarken kendi kisisel mizacinin dürtüsüne uyuyordu. Ikisinin hikâye anlayisinin tek ortak noktasi, sadece ve sadece klasik hikâye türünün disina tasmaktan ibaretti. Yoksa hikâyeleri karakter bakimindan çok, ama çok ayri nitelikler tasiyordu. Sait Faik'in hep birinci sahis açisindan ve hep kendi duyarligini yansitan hikâyelerine karsin, Esendal kisilerini objektif olmaya çalisan bir gözlükle yansitmaya çalisir. Kendini hikâyeye hiç, yahut çok az katar. Sait Faik her hikâyesinde kendini anlattigi halde insani sikmayan bir duyarlik zenginligi gösterirken, Esendal'in her çesit Türk insanini sasilacak bir vukufla yansittigi hikâyeleri ise okuyucuyu bu zengin materyal niteligi ile kavrar.

Esendal'in hikâyecilikteki öbür özellikleri yapmaciksizligi, süssüzlügü, canliligi, yerliligi, gereksiz tasvirlerden kaçisi, kisilerin ruh hallerini, konusmalari ve tavirlariyla anlatmasidir. "Dügünden Sonra" adli hikâyesindeki su sadelige bakin:

Hepsi on bes kisi kadardilar. Büyük samanlik, bir magaraya benziyordu. Biraz içtikten sonra agalardan gördüklerini yapmaya kalkisarak, çalgicilara hava ismarlamaya basladilar. Içlerinden biri;
– Heet, kes ulan domuz çingene, dedi.
Çalgicilar kestiler, ismarlayacak bir hava bilmedigi için;
– Aldir bakalim, dedi, söyle inceden ince...
Çingeneler yine basladilar. Biraz sonra bir baskasi;
– Kes ulan, dedi.
Kestiler.
– Çal bakalim ne biliyorsan...
Böyle çalip kestirirken aralarinda kavga çikti. Içlerinden biri yag kandiline bir biçak vurdu... Sonra karanlikta dövüstüler. Neden? Hiç, dövüstüler. Iki gün sonra Çolak Mehmet adinda birini kapinin arkasinda ölmüs buldular, ancak sayida bir adam degildi, gömdüler gitti.

Dogumunun yüzüncü yilinda her seyden önce edebiyatimizda önemli yeri olan bir hikâyeci ve romanciyi degil, ayni zamanda kisilik sahibi bir politikaciyi da aniyoruz. Politikada stajini Ittihat ve Terakki'de Kara Kemal, Muhittin Birgen, Sadik Vicdani gibi sahsiyetlerin yaninda yapan Esendal, Istiklal Savasinda Anadolu'ya geçmis, yeni Cumhuriyet'in Bakû'da, Tahran'da, Kabil'de elçiligini yapmis, sonra CHP saflarinda milletvekili, Elazig milletvekili ve parti genel sekreteri olmustu. Bir isin "titre"i ile yetinecek insan degildi. Içinden yetistigi esnaf odalarini, eski fütüvvetin ve loncalarin canlandirilmasini isterdi. Ilk olarak meslek temsilcilerinden olusan bir meclis teklif edenlerdendir. Isterdi ki, emekleri ile yurdu kuran, koruyan ve yasatan küçük insanlarin ülkenin yazgisinda söyleyecek sözü olsun. Bir ustabasi ilk defa onun döneminde Meclis'e girebilmisti.

Bir ara da sanirim 1928'lerde Galatasaray'da ve Kabatas'da Türkçe hocaligi yapmisti. Ben ustayi ilk defa o zaman gördügümü animsiyorum. Çok temiz giyinen, candan, babacan bir beyefendi, bir Türk centilmeni idi. Büyük oglu okuldasim, küçük oglu sinif arkadasim olmasina karsin kendisiyle sahsen tanisamadigima, o güzel hikâyeleri yazan elini öpüp basima koyamadigima her zaman hayiflanirim. Ama o lütfedip uzaktan henüz ilk hikâyelerimin yayimlandigi yillarda benimle ilgilenmek hayirhahligini göstermisti.

Seçilmis Hikâyeler dergisine verdigi bir röportajda naçiz sahsim hakkinda söyledigi sözler benim için ödüllerin en büyügü olmustu. Hikâyeci olmamin sevinci içinde onunla meslektas olmanin övüncü de var...

"Milliyet", 17 Nisan 1983

hayat öyküsü roman ve öyküleri siyasi hayati mşe fotoğrafları hakkinda yazilanlar webmaster