Rebi Barkın

Onu ben ilk önce memleketten çok uzaklarda, ta Afganistan'da, elime tesadüfen geçmiş bir gazetedeki hikâyesiyle tanıdım. Hikâyesine imza koymamıştı. Yalnız M. Ş. harfleri vardı Gene ne tuhaf tesadüftür ki biraz sonra kendisi de o memlekete sefir olarak geldi. Fakat ben gelen sefirin o hikâyeyi yazan edip olduğunu çok sonra öğrendim.

O zamana kadar hiçbir hikâyecide ne onunki gibi bir anlatış tarzı, ne de onunki gibi bir hikâye mevzuu görmüştüm: Vaka denilebilecek hiçbir şey yok! Fakat hikâye beni düşüncelerin ötesinde şekilsiz bir his âlemine götürmüştü.

Onunla iş icabı sık sık buluşurduk. Her memleketin kıdemli hariciye memurlarında hep görülen bir mesleki şekillenme vardır; ben onda bunu görmedim. Büsbütün başka tip bir insandı. Kısa bir zaman içinde bizi kendine bağladı. İyi ve temiz kalbini bize açtı. Gurbet diyarında bize dost oldu. Sonra da epeyi yaş farkımıza bakmadan bizimle arkadaşlık etti. Zaten o daima gençti ve hiç ihtiyarlamadan öldü. İşlerimizden biraz vakit bulunca ona koşardık. O, bizim için içinde her şeyi toplamış bir âlem idi. Sakin bir insan gibi görünürdü, fakat kuvvetli şahsiyeti, bulunduğu her yerde bir dinamizm kaynağı olurdu. Ona göre medeniyet, insan zekâsının orijinal eserlerinin birbirine eklenmesi, (teraküm)ü idi. İnsan zekâsı ise ancak bir (muhit) içinde orijinal eser verebilirdi. O nerede bulundu ise özlediği bu (muhit)I yaratmaya çalıştı. Afganistan'daki üç beş Türk hekimi onun etrafında toplaşarak bir muhit kurdular. Arkadaşlarının yabancı bir dilde yazdıkları ciltlerle ilim kitabı, vücuda getirdikleri teknik terminoloji, koca bir memlekette kurdukları sağlık teşkilatı ve hele yepyeni bir kadronun yetiştirilmesi işte Kâbil'deki bu küçük muhitin feyzinden birer eserdir.

O bu muhiti Ankara'da, Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Sekreterliğini yaptığı zamanlarda da kurmaya çalıştı. Türk cemiyetinin kendini aşağılık duygusuna kaptırmasından çok korkardı. Bunun çok tehlikeli bir sosyal hastalık olduğuna, hele bu hastalığın milli karakterimizi bozacağına inanırdı. Aşağılık duygusu ruhun asaletini öldüren bir hastalıktır, halbuki insanlığın öğüneceği eserler ancak, asil ruhlardan doğar. Cemiyetin bazı tabakaları garp medeniyetinin ezici tesiri altında ister istemez bu hastalığın zebunu olacaklardır, yeter ki bu âfet umumileşmesin, derdi. Atatürk'ün en büyük eseri üç sözlüdür: Güven, çalış, öğün! Bunu bu kadar vuzuhla ve bir fikir sistemi halinde ilk defa o söyledi derdi.

Ona göre gerilik ve ilerilik muayyen bir norma göre tutulmuş nisbi telâkkilerdi. Bu norm beşeri, bundan dolayı da itibari idi, şartlara göre değişebilirdi. Şu halde cemiyetin dâvaları mutlak ve dar bir telâkki ile (ilerlemek) dövizine göre değil de insanların benliği ve kendine güveni yok edilmeden, ruh asaleti bozulmadan kendi şartlarımız içinde rahat ve mesut olmamız düşüncesine göre ele alınmak gerekirdi. Demek ki fertlerin iç âlemi ile dış âlem, hayatın zaruretlerine göre en makul bir tarzda âhenkleştirilmeli idi. İnsanın benliği ona göre milli karakter demekti. Bu bozulursa o insanlardan öğünülecek eser ve böyle insanların topluluğundan da bir medeniyet çıkamayacağına inanırdı. Bu itibarla milli karakteri kutsal bir varlık gibi gören onu her fesattan korumak isteyen bir milliyetçi, bir Türkçü idi.

Bu, çok ince bir dünya görüşü idi. Onun (ufki medeniyet) nazariyesi bu ana düşüncelerden doğmuştur. O, bu düşüncesini yaymak için esaslı teşebbüslere girişmedi. Zaten bu yol üzerinde olduğumuza Türk Milletinin ve onun cemiyetinin pâyidarlığına inanmıştı. Onu anlamak fırsatını bulamayanlar uzaktan kulaklarına değişerek gelen bu düşünceleri mistik bir havaya bürünmüş bir nevi gerilik belirtileri gibi görmüşlerdir.

O, bir aralık Çankaya'da bir evde oturmuştur. Bir sonbahar günü orada idim. Hemen her buluşmada olduğu gibi (yayvan medeniyet)in tartışmasını yapıyorduk. Bir fırtına çıktı, ortalık altüst oldu. Uzakta bir evin saçtan dam örtüsü uçtu, telefon telleri koptu. Karşımızdaki bir kavak ağacının dalları arasına bir saksağan yuva yapmıştı. Bu yuvanın yapılışını o ilkbahardan beri takip etmiş. Basit çöplerle, fakat birbirine iyice, geçirerek, dolayarak, bağlayarak ne sağlam ve güzel yaptı diyordu. Kavak ağacı sallandı durdu, fakat yuva bozulmadı. Fırtına geçti, yuvaya hiçbir şey olmamıştı. Ondan sonra bu saksağan yuvası aramızda muayyen bazı fikirlerin sembolü olarak kaldı.

Her gün yazar, sonra gene bozar, tekrar yazar ve sonra gene beğenmezdi. Cehof'u çok beğenirdi ve inkâr olunamaz ki onun tesiri altında kalmıştır. Onlar edip ben diletant'ım derdi. En büyük tenkidcisi gene kendisi idi. Kaç defa, şurada burada zorla elinden alınarak basılmış hikâyelerine (ah şunları ortadan bir yok edebilsem) dediğini bilirdim. Halbuki bunlar ne güzel şeylerdi! Onun için yazılarına ancak son zamanlarda ismini koydu. Eşsiz bir eser olan (Ayaşlı ve Kiracıları)nda bile ismi yoktur. Tahsin Banguoğlu'nun himmeti olmasaydı hikâyelerinin ancak bir kısmını toplayan iki ufak cilt (Hikâyeler) dahi mevcuda gelmeyecekti. Onun, basılmış eserlerinin üç mislini tutacak basılmamış hikâyeleri vardır. Doktor Ahmet Selgil'in zoruyla beş on tanesi birkaç sene evvel (Ulus)'ta basılmıştı.

sayfa 1   2

hayat öyküsü roman ve öyküleri siyasi hayati mşe fotoğrafları hakkinda yazilanlar webmaster