İsmail Sevük
On yıl önce, 1942 yazında "Halk Partisi" nin birinciye üç bin lira ayıracak kadar ehemmiyet vererek tertiplediği "roman mükâfatı" için kurulan jüriye seçildiğimi görünce, o zamana kadar okuyamadığım sekiz, on romanı da not ala ala tamamladığımdan dolayı Ankara'ya noksansız olarak gittiğimi sanıyordum. Fakat seçim bittikten sonra "Ayaşlı ve Kiracıları" isimli bir romanın beşinciliği kazandığını görünce anladım ki işimi hiç de tam yapmamışım. Öyle bir eserden haberim yoktu. İstanbul'a geldikten sonra parti mükâfatında not alan eserleri "Bugünkü Romanlarımız" başlığı altında "Cumhuriyet"e yazmaya başlayınca "Ayaşlı ve Kiracıları"nı da tabiatile yazmak zorunda olduğum için arattım. Meğer o kitaptan yalnız benim haberim yok değil o kitap hiçbir kitapçıda da yokmuş.
Bereket zengin bir kütüphane kuran Hakkı Tarık Us ağabeyimiz imdadıma yetişti. Zaten kitabı da "Vakit" matbaası basmış. Ceb hacminde olmakla beraber 456 sahife tutan o kalın eseri, aralıksız bir şevkle bitirmiştim. Kimindi bu eser? Müellif eserine ismini bile koymamış. İsim yerine sadece M. Ş. harfleri var. Belli onu yazan eseriyle övünmek değil, görünmek bile istemiyor. Kitaptan duyduğum ilk intibaı 5 Eylül 1942 tarihli "Cumhuriyet"te şu satırlarla anlatmışım: "Sanat denen afacan büyünün cilvesi; sanatkârım diyen nice şişkin gururlara râm olmaz da gider sanatkârlığı aklından geçirmeyen hiç tevazuun boynuna sarılıverir." Halbuki roman mükâfatında beşinci dereceyi kazanacak kadar not alan bu eser bir roman bile değildi. O yazıda bu ciheti de şöyle anlatmışım: "Bu bir örf ve âdet romanı değil, aşk ve ihtiras romanı da değil, devirleri ve nesilleri kucaklayan bir nehir roman hiç değil; polis ve macera romanı, gaye ve tez romanı, enfüsi tahassüsler romanı, kırları ve çoban hayatlarını anlatan tabiat romanı; değil, değil; buna yeni bir isim bulmalı…"
Böyle mevcut nevilerin hiç birine girmeyen romanı okuduktan sonra insanda husule gelen umumi intibaı da iki buçuk sütunluk o uzunca yazının en sonunda şu yolda anlatıp yazıyı şu satırlarla bitirmişim: "Romanı bitirince düşünüyoruz: Kafamızda derin uğultular yok, demek derin bir eser okumadık. Kalbimizde duyulmuş heyecanların çırpıntılı devamı yok, demek sarsıcı bir eser de okumadık. Daha garibi bir eser okuduğumuzun bile farkında değiliz, hatırımızda hiçbir üslup hâtırası yok. Demek ki üslubu eriterek hiçe indiren bir üslup içindeymişiz. Sahiden kendisi yalnız kendine benzeyen bir eser karşısındayız."
|