Sunullah Arısoy

"Ayaşlı ve Kiracıları"nı okuduğum sıralarda, kısa pantolondan yeni kurtulmuştum. Üsküdar Halkevi'nin kütüphanesinde, o küçük boylu, kalın kitabı, "Ayaşlı ve Kiracıları"nı, bir hamlede okuduğumu iyice biliyorum. Kitapta imza yerine bir "M.Ş." vardı. "Kim ki bu yazar?" diye düşündüm; bulamadım, çözmeye kalktım; beceremedim. O zaman kime sorduysam, bu "M.Ş."yi bilemedi. "İnsan, diyordum kendi kendime, böyle bir roman yazar da, adını saklar mı?" Aklıma takılan bu soru öylece kaldı. Sonra, arada bir gazetelerde "M.Ş.E."ye rastladım. Bu her rastlayışta, hep "Ayaşlı ve Kiracıları"nı hatırlar, beni hayli düşündüren soru da, kafamda takılı kaldığı yerde yeniden harekete gelir, başlardı sallanmaya...

Bizim İsmail Karan'la üstadın evine giderken, bu düşünceler, hele o yıllanmış soru, yine harekete geldi. Çok yıl sonra "M.Ş.E."nin, Memduh Şevket Esendal olduğunu, gerçi öğrenmiştim; ama o soru öylece, cevapsız kalmıştı. Söz açıldı, bâri şuracıkta söyleyivereyim: "M.Ş.E"nin, Memduh Şevket Esendal olabileceğini hiç ummamıştım. İlk öğrendiğimde, biraz şaşırdığımı, hattâ biraz yadırgadığımı neden saklamalı? Sanki, politik hayatta önemli yerler almak, sanata engelmiş gibi.. Biz, Memduh Şevket Esendal adını başka alanlarda, politikada işittiğimiz, bildiğimiz için, böyle sessiz sedasız, iddiasız, adını sanını bile açıklamadan sanat alanında da önemli bir kişi olabileceğini nereden bilebilirdik…

Kapıyı, üstat açtı. Sağdaki misafir odasına "buyur" edildik. Hemen kahvelerimiz söylendi, birer de "Yeni Harman" yaktık, sonra bir de baktım, hani yıllardır birbirimizi tanırmışız, bilirmişiz gibi sohbete dalmış gitmişiz.. Ben çantayı açıp soruları çıkarmayı, kağıdı kalemi hazırlamayı bile unutmuşum. Bir insana, bu derece çabuk ısınıverdiğimi pek hatırlamıyorum.

Üstat, 18 yıl süren sefirlik hayatından hatıraları anlatıyordu. Nasıl tevazu ile anlatıyordu, nasıl kendini o tatlı anlatış içinde eritmek, silmek, kaybetmek istiyordu, nasıl yapılanlarda hissesini küçültmeye çalışıyordu, ben onları size, olduğu gibi, yani gördüğüm gibi anlatamam. Hikâyelerine neden adını koymadığını yavaştan anlamaya başlamıştık; ilkin sanıldığı gibi, sanatı ciddiye almadığı, gereğince önem vermediği için değildi.

"Bendeniz beyefendi" diyordu, "Cumhuriyet Hükümetinin harice gönderdiği ilk resmi memur olmak şerefine ermişimdir. Benden hariciyeci mi olur beyefendi? Lâkin ne yaparsınız, adam yoktu o sıralar.. Hakikat bu… Tevazu gösteriyorum zannetmeyiniz. Hele bendeniz bu mesleğe asla hazırlıklı değildim. Güç iş bu, takdir edersiniz. Memleketi yabancı bir yerde temsil etmek ne demektir? Bu işe hazırlıklı girmek lâzımdı. Bu ne vakit vardı, ne bu hazırlığı tamamlamış adam..

"O sıralarda Rusya'da bir Bolşevik Türk hükümeti kurulmuştu; Azerbaycan'da.. Bizimle siyasi münasebet tesisi istemişler. Bir sefir gönderin ama şöyle "avam"dan biri olsun demişler. Ben Ankara yakınında bir köyde istirahat ediyordum. Bir telgraf geldi. "Avam"dan birini istiyorlar, seni tâyin ettik diyorlardı. Pek hoşuma gitmişti "avam"dan biri olmam. Yapamam, dedim, yaparsın dediler, kalktık gittik. Ama ne gidiş beyefendi? Ne yol var, ne iz.. Sonra o hükümeti Ruslar kaldırıverdiler, beni de İran'a tâyin ettiler. E… İran mühim yer.. Yapamam, beceremem diyecek oldum, kâr etmedi… Gittik; neyse, bendeniz evvelden Farsça bilirdim. Zorluk çekmedim. Sonra Efgan'da bulundum. Bunların hepsi 18 yıl tutar…"

Farkındayım, daha asıl konuya geçemedim. Geçemedim, zira iki saatlik sohbeti olduğu gibi size anlatmak istiyorum. O sohbetin çekici havasını elbette bu satırlarda bulamayacaksınız. Ama olsun, diyorum, ne kadar belirtebilirsem.. Bu sefer de üstadın çok nazikâne ikazları, kalemimi durduruveriyor: "Bunları sakın yazmayınız beyefendi.. Aramızda, söz açıldı da, sohbet olsun diye anlatıyorum…". Üstadın izni, benim de anlatma gücüm olsaydı, bu iki saatin her dakikasından siz de, gereğince nasiplenirdiniz.. Kahvelerimizi yudumlarken ilk soruyu sordum.

-Edebiyata karşı alâka sizde ne zaman ve nasıl uyandı?
Önce biraz durdu, sonra gülümsedi:
-Vallâhi beyefendi, dedi, edebiyata karşı bende hiç alâka uyanmadı. Edebiyatı, sanatı bilmem… Alâkam yok bunlarla.. Edebiyatı bilmek bir iştir. Hiç mi hiç meşgul olmadım bunlarla… Usulünü kaidesini doğru dürüst beceremem… Meselâ, teşbih, istiare neye derler, deseniz cevap veremem.. Okuduğum bir roman veya hikâye, romantik midir, realist midir, natüralist midir, hangisidir ayırt edemem. Bilmem bunları, nasıl olursa romantiktir, nasıl olursa realisttir, haberim bile yoktur. Ama bakın, bunları meselâ Peyami Safa bilir.. Edebiyatla uğraşır çünkü o. Yalnız beyefendi, ben şiir okumak, hikâye okumaktan hoşlanırım. Hele hikâye okumasına bayılırım. Nerede bulsam bir hikâye, hemen okurum. Okuduğum hikâye, yahut şiirin edebiyat bakımından şartlarını, dahil olacağı edebi çeşidi düşünmem.. Muhitini bildiğim hikayelerden daha çok hoşlanırım. Meselâ, anlatılan hikaye Bari'de, yahut Marsilya'da mı geçiyor; ben Bari veya Marsilya'nın sokaklarını, evlerini, insanlarını biliyorsam, bilhassa insanlarını biliyorsam, tanıyorsam, o hikâyeden daha çok hoşlanırım. Meselâ ben Fuzuli'den hoşlanırım. Fars edebiyatını bilirim, ondan hoşlanırım. Neden hoşlanırım? Orası yok. Hoşlanırım işte.. Bu zevk bende ne zaman başladı? Bilmiyorum.

sayfa 1   2   3   4

hayat öyküsü roman ve öyküleri siyasi hayati mşe fotoğrafları hakkinda yazilanlar webmaster