Sunullah Arısoy

Atatürk, bizi taklidi ilimden kurtarmak, tecrübi ilme kavuşturmak istiyordu. "Öğün" budur.

"Çalış" bir ölçüdür. Çalışmayanlar cemiyetimiz için makbul değildir. Kadın, minder veya kül kedisi gibi kalamaz. Cemiyet içindeki hakiki yerini işgal etmeli, vazifesini yapmalıdır. "Çalış" budur!

"Güven" bizlere bu muhit-i coğrafi içinde bir milliyetçilik hududu çizer. O, yaşadığımız bu muhit-i coğrafya içinde, kendimize mahsus, kendi geleneğimize uygun, tecrübi ilme dayanan, bir medeniyet kurabiliriz, ve bunun yüküne de katlanabiliriz, diyordu. Bu hakikate inanmamızı, "güven"memizi istiyordu.

Bu hakikatler üzerinde düşünmek bir Türk sanatkârının vazifesi olmalıdır gibi geliyor bana..

Ben, meselâ bir Türk sanatkârının çıkmasını, ama cemaatin önünde gidecek bir sanatkârın çıkmasını memlekette "ufki medeniyet"in, benim tâbirimle "Toprak Medeniyeti"nin, cemaat tarafından benimsenmesi için, çalışmasını, yazmasını, eser vermesini isterdim!

"Amudi Medeniyet" yoktur beyefendi, ayakta duramaz, yaşayamaz. Bugün, gördüğünüz şeyler var ya, şu atom'lar falan, yeni silâhlar, icatlar, iktisadı ve siyasi krizler, buhranlar, bunların hepsi bir medeniyetin, "Amudi medeniyet"in çökmekte olduğunun delilidir. Ben, ergeç, "ufki medeniyet"in, yani "toprak medeniyeti"nin galebe çalacağına inanıyorum. İnsanların huzurunu, milletlerin istikrarlı bir hayata kavuşmasını, "toprak medeniyeti"nde görüyorum. Bu işi hükümetler yapamaz. Vekillerin işi değildir bu. Bu, sanatkârın işidir. Bu fikri, çok taraflı işleyip, geliştirerek, olgunlaştırarak cemaatin önüne düşecek, "toprak medeniyeti" fikrine cemaati ısındıracak, bu fikri benimsetecek adam, sanatkârdır.

Bir karış boş toprak parçası kalmamış, köyleri köylerine yollarla bağlanmış, "ufki medeniyet"in, "toprak medeniyeti"nin nimetleriyle, istikrarlı, huzur içinde yaşayan bir Türkiye… Bugün için hayal gibi görünen bu fikrin hakikat olabilmesi için, işte böyle sanatkârlara ihtiyaç vardır. Gençlerden böyle sanatkârların çıkmasını dilerim."

Üstadın, "İşte hayatın dörtte üçü.." dediği, küçük, sevimli Hüseyin gene geldi. Belli ki, dedesiyle oynamak istiyordu. Küçük Hüseyin "Bu adamlar ne de çok oturdular… Dedemden ayırdılar beni…" demiş midir içinden bilmem; yalnız üstadın yine gözlerinin parıldadığını, bir an evvel torunuyla başbaşa kalmayı arzuladığını anlamak hiç de güç değildi. Zaten, iki saatten fazladır konuşuyorduk. Daha doğrusu üstat konuşuyor, biz lezzetle dinliyorduk.. Hüseyin, bahçede nasıl yol yaptığını anlatmaya başlamıştı dedesine..

"Hayatın dörtte üçü değil, hepsi, hepsi bu işte beyefendi…"

İzin istedik, üstat bizimle sokak kapısına kadar gelmek nezaketini gösterdiler.

Küçük Hüseyin, sevgili dedesine kavuşmanın, üstat torunuyla başbaşa kalmanın, biz kolay kolay unutamayacağımız iki saatlik nefis bir sohbetin, zevki ve sevinci içindeydik.

 

 

 

 

 

 

 

sayfa   1    2   3    4

hayat öyküsü roman ve öyküleri siyasi hayati mşe fotoğrafları hakkinda yazilanlar webmaster